Sıkça karşılaştığım ama bir türlü izleyemediğim The Patriot filmini sonunda seyredebildim. Mel Gibson‘un başrolde oynaması izlememdeki en büyük etkendi aslında. İzlediğimde ise niye bu kadar geç seyrettim ki diye düşünmeden edemedim açıkçası.. Harry Potter’da Lucius Malfoy olarak hafızalarımızda yer edinen Jason Isaacs ve Kara Şövalye filminde Joker karakterini oynayan Heath Ledger‘in (2008 yılında yanlış ilaç kullanımından dolayı aramızdan ayrılmıştır.) muhteşem oyunculuğu ile harika bir savaş filmi ortaya çıkmış.
Benjamin Martin, eskiden deneyimli bir askerdi. Eşini kaybettikten sonra onun için değerli olan tek şey çocuklarıdır. Fakat o dönem Amerika ile İlgiltere arasında yaklaşan bir savaş vardır. Benjamin, savaşa pek sıcak bakmayarak dahil olmak istememiştir. Savaş sırasında hayatını kaybetme olasılığı çok fazladır ve 7 çocuğunu geride yalnız bırakmak istemez. Ama en büyük çocuğu gönüllü olarak orduya adını yazdırmıştır. Tıpkı kendi gençliğindeki gibi. Savaşın en kötü yanı ise masumların öldürülmesidir hiç şüphesiz. Benjamin’in çiftliği biranda İngiliz askerler tarafından kuşatılmıştır ve çıkan kargaşada oğlu vurularak öldürülmüştür. Bir baba için en zor şey, gözlerinin önünde kendi çocuğunun öldürülmesidir sanırım. İşte o zaman Benjamin, intikam duygusu ile bu savaşa dahil olmayı kabul eder.
Benjamin albay rütbesini alarak köylülerden oluşan milis ordusu kurmuştur. Hepsi birbirinden cesur ve tek istedikleri ise Benjamin gibi ailelerine yapılanların intikamını almaktır. İngiltere ordusu sayıca daha fazladır ve daha güçlü bir ordusu vardır. Amerika’nın bu savaşı alması çok zordur. Filmin en iyisi sahnesi hiç şüphesiz Benjamin’in küçük kızının savaşa giderken ilk kez babasına seslenmesidir. Günümüzde bu tarz kaliteli filmlerin sayısı çok azken 13 yıl önce eldeki imkanları sonuna kadar kullanarak çok güzel bir savaş filmi ortaya çıkmış. Benim gibi bu filmi hala erteleyen kişiler varsa vakit kaybetmeden seyretmenizi öneririm.