Simon Curtis’in yönetmen koltuğunda olduğu ‘Marilyn ile Bir Hafta’ filmi; bu kırılgan ve naif kadının görkemli hayatı hakkında fikir yürütebilmemiz için bizi onunla bir hafta geçirmeye götürüyor.
Gerçek adı Norma Jeane Mortenson olan Marilyn Monroe, kısa ve şatafatlı hayatında gelmiş geçmiş en önemli kadın model/oyuncu ve moda ikonu olmayı başarıyor lakin diğer yandan kendi bile anlayamadığı bu karmaşıklıkta çoğu kez de yitip gidiyor.
Sir Laurance Olivier ile başrolünü paylaştığı’ Prince and the Showgirl’ adlı filmin çekimleri esnasında geçen bir haftayı; bu çekimler sırasında 3. asistan yönetmenlik yapan Colin Clark’ın sonradan kitaba dönüşmüş anılarından izliyoruz. Colin Clark adlı 23 yaşındaki bu gençle, filmin çekimleri esnasında tanışan Marilyn, o dönem ki eşi yazar Arthur Miller ile, evliliğine dair yaşadığı stresten ya da oyunculuğuna dair altından kalkamadığı tüm o sorunlardan kaçmak için kendine sığınacak bir liman ararken kendini Colin’in dostluğuna ve sevgisine bırakıyor birkaç günlüğüne de olsa…
Eşi Heath Ledger’ın da benzer bir şekilde hayata veda etmesinin ardından Marilyn’e hayat vermek için kameralar karşısına geçen Michelle Williams oyunculuğunu öyle bir döktürüyor ki sanki gerçekten Marilyn mezarından çıkmış da onu izliyormuş gibi hissediyorsunuz. Bu seneki en iyi kadın oyuncu Oscar’ını Cate Blanchett, ‘Blue Jasmine’deki enfes performansıyla kazansa da şunu söylemek hata olmazdı sanırım… Michelle Williams kesinlikle Oscar’lık bir performans sergilemiş! 
Dudak hareketleri, kalça hareketleri, dansları, ürkekliği ve şımarıklığı, korkaklığı… İnanılmaz etkileyici ve alkışa layık!
‘Savage Grace’i izleyenler Colin Clark rolündeki Eddie Radmeyne’ı rahatlıkla hatırlayacaklardır. Tüm dünyanın gözü Marilyn’in üzerindeyken, yürüdüğü zaman insanların bir bakıp bir daha baktığı bu şahane kadının bu kadar ulaşılmaz olduğu bir dönemde, Colin’in yerinde kim olmak istemezdi ki? Çekimlere geç giden ya da hiç gitmeyen bu narin ve hasarlı ruhlu kadın yanında sadece Colin’i istiyor! Bir bayan olarak bile gözlerinizi alamadığınız bu muhteşem kadını izlerken, Tanrı onu yaratırken ne düşündü demeden edemiyorsunuz!
Kısa süren ömründe yaşadığı onca sorun, sıkıntı, travma, yalnızlık ve terk edilişin ardından kendine yeni bir isimle yeni bir hayat kuran bu kadın maalesef kendi enkazının altından çıkamıyor. Babasını hiç tanımamış, annesini erken yaşlarda kaybetmiş, daha küçük yaşlarda cinsel istismara defalarca maruz kalmış, 16 yaşında ilk evliliğini yaşamış bir yaralı ruhi aynı zamanda dünyanın en güzel kadını olursa… Evet işin içinden kendisi de çıkamıyor ve şunu söylüyor eşi Arthur onu mutsuz ettiğinde;
‘İnsanlar Marilyn Monroe’yu istiyor ve benim o olmadığımı anladıklarında benden kaçıyorlar.’
Sevgi, ilgi arayan ve Anka kuşu gibi kendi acılarından doğan Marilyn, kim ne derse desin dünyanın en muhteşem kadınıydı bana göre. İzlerken nefesim kesildi. Aptal genç kızların, pop ikonlarının fotoğraflarını eline alıp bağıra çağıra isimleri söyledikleri gibi ‘Marilyn’ diye bağırmak istedim anlamsızca!
Film kadrosu ile de göz dolduruyor. İngiliz yapımı olan filmde gerçekten Judi Dench’den Emma Watson’a geniş bir yelpaze var.
Sarı bukleli saçları, muhteşem vücudu, kırmızı dudakları ve o harika beniyle Marilyn, herkesin en az bir kez görmek isteyeceği bir varlıktı ama maalesef aşırı dozda aldığı uyku hapları sebebiyle 36 yaşında hayata veda etti. Ölümü hala şaibeli… İntihar mı, aşırı doz mu, cinayet mi? Kennedy ile olan ilişkisi sebebiyle öldürüldüğü gibi komplo teorileri bile var.
Ne olursa olsun asla yaşlanmayacak! Bir peri masalı için bir buçuk saatiniz varsa, hiç kaçırmayın derim.
