Güney Kore’nin en ünlü yönetmenlerinden, muhteşem üçlemesi ile sinemaseverlerin gönlünde taht kuran Chan- Wook Park’un ilk Hollywood denemesi olan Stoker, yönetmenin diğer filmlerinin yanında biraz Hollywood kalıplarına girmiş kalıyor. Çok daha yumuşak,çok daha sakin ve kansız… Lakin seyirciyi yeterince rahatsız edebilme gücüne de sahip…
‘Bazen daha kötü bir şey yapmamak için kötü bir şey yapmak zorundasındır.’ savından beslenerek ; bir babanın, evladının içindeki öldürme zevkini sezermişçesine ona ‘avcılık’ yapmayı kendi elleriyle öğretmesi hikayesiyle ara ara beslenerek aile, kan bağı, içgüdü, cinsellik ve gerilim kutuplarında gezinen film, muhteşem çekimleriyle de görüntü yönetmenine şapka çıkarttırıyor. Renkler, kontrastlar ve geçişler çoğu yerde ruhunuzu dinlendiriyor.
Güney Kore filmlerindeki tek etkiyi sade diyaloglarda bulduğum film, Hollywood filmlerine göre çok daha sessiz ve sakin. Uzun diyaloglar, gereksiz konuşmalardan ziyade mimikler, bakışlar, dokunuşlar ile taçlanan film, yönetmenin ustalığından kaynaklanan da bir akıcılığa sahip…
Mekanikmiş gibi duran bir anneniz olacaksa, sanıyorum bu kişi için Nicole Kidman biçilmiş kaftan olabilirdi. Bembeyaz suratı, ağlarken bile donuk bakan gözleri, bir robotu andıran duygusuz tavırları ile rolünü kusursuz oynamış diyebiliriz. Bir Hollywood starı olarak, başrol oyuncusu gibi düşünülse de aslında bu filmde düşünüldüğünün aksine yan rolde. İçine kapanık, yalnız ve kendi içinde ne kadar yalnız ise kafasında bir o kadar kalabalık, normalin sınırlarını zorlayan India’nın(Mia Wasikowska) bir o kadar terk edilmiş ve evlat sevgisi tatmamış annesini oynayan Nicole Kidman, bana göre muhteşemdi.India demişken, gerek tuhaflığı gerek ismi itibari ile bana Beter Böcek’teki ailenin kızı Lydia’yı hatırlattığını da söylemeden geçemeyeceğim.
Matthew Goode ise filmde yıllar sonra ortaya çıkan, gizemli, ilginç ve bir o kadar seksi amcayı oynarken her kadına bir iç geçirtiyor. Çok mu yakışıklı, hayır ama cazibesi ve bu gücün farkındalığı ile hem India’nın hem de annesinin başını döndürebiliyor. Fiyakalı arabası, dar kesim ceketi, şık güneş gözlükleri ve kaliteli ayakkabılarının içinde çok hoş görünse de içindeki, ruhundaki ilkel ve vahşi insan yansıması onun cazibesine cazibe katan şey aslında… Tehlikeliliğindeki dinginlik ve sessizlik, izleyene de bir haz ve güven veriyor. Sanki onun yanındayken ‘öldürmek, öldürebilmek’ çok normal ve sıradan bir şey… Tehlikeli cazibesi ile sessizce yakıp yıkan bir kasırga sanki…
Baba-kız, anne-kız, amca-yeğen arasındaki tuhaf ilişkilerin Freud’a bir selam çakarak anlatıldığı bu enteresan filmde, ‘cinsellik’ ve ‘saldırganlık’ etrafında dolaşan bir kabusun içinde geziniyormuşsunuz da sizi hiç kimse görmüyormuş gibi hissediyorsunuz… Amca yeğenin birlikte piyano çalma sahnesi, duştaki mastürbasyon sahnesi ve India’nın annesinin saçlarını taradığı sahne gibi kısımlarda seyircinin de nefes alış verişi hızlanıyor.
Bol miktarda mantık hatasının bulunduğu filmde, filmi bu yönüyle eleştirenlere de büyük resme bakmalarını tavsiye edebilirim. Bu tarz filmler için, herkesin baktığı gibi bakmayan insanların fantezi dünyasından yansımalar denilebilir çünkü…Bir rüya gibi… Aynı anda hem evinizde olup hem camdan baktığınızda bir otobüste seyahat ettiğinizi görmenize benzer bu tarz senaryolar ve bunu sabah birisine çok normal bir şeymiş gibi anlatabilirsiniz… Tam da bu yüzden, filmi mantıksal yönüyle değerlendirmemek düşüncesindeyim… Baba şaibeli şekilde ölür ve polis bunu hiç mi araştırmaz? Eğer bunu sorarsanız Chan-Wook Park sanırım suratınıza kocaman bir kahkaha patlatır, ardından döner ve gider…
Herkes bu filmi sever mi? Hayır. Sinefiller sever mi? Bayılırlar. Eğer masumiyetin kaybedilişini,; muhteşem bir yönetmen, harika oyuncular ve şahane bir görüntü yönetmeninden izlemek istiyorum diyorsanız mutlaka izleyin derim… Bram Stoker ve Hitchcock’a da selam çakan bu harika yönetmenin yeni projelerinden de neler çıkacağını hep beraber göreceğiz…
evet sonu için alternatifler olabilirdi:)
Sonu şaşırtıcı bir yapım. İzlemeyen pek bişey kaybetmez